Boğaziçi'nde "Çağdaş Sanat" Röportaj Dizisi, 2012
Serhat Kiraz
Ata Gür,
25.01.2012
İlkokulda resime ilgi duymaya başlayan Serhat Kiraz, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (MSGSÜ) Yüksek Resim Bölümü’nde öğrenim gördü. Günümüzde, üniversitede dersler veriyor. 1977'de daha mezun olmadan önce, Şükrü Aysan, Ahmet Öktem ve Avni Yamaner ile birlikte sanatın yapısı, doğası üzerine düşünme/tartışma ve sanatın işlevini sorgulama amacıyla kurduğu “Sanat Tanımı Topluluğu” kendisi için ve Türkiye’deki sanat için bir kilometre taşı oldu. 1978-1981’deki sergileriyle Türkiye'de ilk “Kavramsal Sanat” etkinliklerini gerçekleştiren bu grup, sanat yapıtının izleyici ve sergi mekânı ile ilişkisinin yeniden düşünülmesini sağladı.
Serhat Kiraz’ın eserlerindeki en önemli özelliklerden biri, gerçek ve gerçekliği bir araya getirmesi, beraberinde bulunulan nesnelerin ve içerisinde bulunulan mekânın insan algısını ne kadar çok etkilediği. Gerçekte fark edilemeyen insanın cam üzerindeki kendi yansımasının ‘gerçeklik’te fark edilmesinin daha kolay olması da insan algıyla ilgili bir diğer nokta. Sanatçının felsefe, bilim, matematik ve geometri bilgilerini eserleri ile harmanlar. Kiraz’ın kavramsal sanat anlamında Marcel Duchamp’tan esinlendiği söylenebilir. Kiraz, Genco Gülan’la beraber yer aldığı “Çocuklar için Çağdaş Sanat” kapsamındaki Taşınabilir Sanat-Güzergah 4 etkinliğinde yer aldı.
Ata Gür: Sanatla tanışmanız nasıl oldu? Ne zaman içinizdeki sanatçıyı keşfettiniz?
Serhat Kiraz: Ankara Koleji’nde okurken, kolejin kurucusu Cezmi Berktin benim ilerde ressam olacağımı söyledi. Bedri Rahmi Eyüpoğlu veMümtaz Saral’la tanıştırdı. O zamandan beri ben ressam olmaya çalışıyorum.
Ata Gür: Kaç yaşındaydınız?
Serhat Kıraz: İlkokul 3’e gidiyordum. O zaman söylediler. Ankara Koleji’ndeki bir resim yarışmasında kazandım. Hatta burs da verdiler, sonra babamın işi sebebiyle olmadı o. Ama zaten hala ben sanatçıyım diyemiyorum.
Ata Gür: Bu soruyu da aslında bunun için sormuştum. Bu acaba kişinin kendine koyduğu bir sıfat mı?
Serhat Kıraz: Şimdi mesela resim yaptınız, direk olarak sanat referansını veriyor. Ama o resmin sanat olması başka bir şey. Zaten resim olduğu için sanat diyorlar. Bir şey yapıyorsun, o referansla yaparsan sanat diyorlar. Ben mesela onun dışında başka şeyler yapıyorum. Önemli olan yaptığın şeye sanat demeleri, yani sanat yapmak değil. Yani yaptığın şey sanat olursa sanat oluyor.
Ata Gür: Peki bir resmin sanat olması için ne gerekiyor?
Serhat Kıraz: Bir kere sanat yapmaya başladığın zaman bütün gelenekle hesaplaşmak zorundasın. Şimdi nasıl sanata sanat yaparım dediğin zaman o formu kullanarak sanat yapıyorsun, o da sanat olarak adlandırılıyor, sanat olarak da gözüküyor, yani bu yaygın kanıya göre böyle oluyor. Ama onun dışına taştığın zaman da onu sanat haline getirebilmek, ayrıcalıklı bir iş. İki sanat olmayan bir şeyi bir araya getiriyorsun, sanat oluyor. Sanat tarihinde örnekleri var. Mesela o düşüncelere de hesap vermek zorundasın. Hakikaten de her yaptığın şey sanat oluyor mu? Şimdi sanat tarihinde de bunun söylenen örnekleri var. Mesela Marcel Duchamp “Readymade”leri dadacılara karşı yapar. Hala biçimlerde estetik kaygılar arıyorlar der. İstese yüzlerce binlerce yapabilecekken sakıncalar gördüğü için daha fazla “readymade” yapmamaya karar verir ve sadece senede bir ya da iki tane yapar. Onunla bu durumu değerlendirdiğin zaman niye bir ya da iki tane yapmak gerekir? Bunun üzerine mesela bilimle sanat arasında ne gibi bir fark vardır diye bir soru sorabilirsin. Nesneleri gereğinden çok çoğaltmamak gerekir der Duchamp. Ama tabii bunu felsefi nesneler için söyluyor.
Ata Gür: Çoğalttıkça değeri düşeceğinden dolayı mı bunu söylüyor?
Serhat Kıraz: Hayır, biçimsel amaçla süs için çoğaltmak da söz konusu olabilir ya da para için çoğaltırsın, üretim söz konusu olur. Ama düşünsel üretimde ilerlemek çok zor. Felsefede böyle, sanata da baktığında aslında aynı şekilde oluyor. Bir şeyin üzerine koyarak ilerliyorsun. Aynı zamanda gözlem da yapmak gerekiyor. Mesela bilimde bu böyle gelişiyor. Yapıyorsun, bir soru soruyorsun, o sorunun cevabını ararken belirli deneyler yapıyorsun. Hatta bazen deneyleri tekrarlıyorsun da. Bir yere kadar gittiğin zaman artık onlar deney aşamasında kalıyor. Sonuca geldiğin zaman, tek bir şey kalıyor ortada. Budur diyorsun. Bütün onlar deney aşamasında kalıyor. Şimdi sanatsal çalışmalarda da yapıyorsun yapıyorsun bir yere doğru gidiyor. Aslında o bütün olayın bir parçası oluyor. Öbür türlü baktığın zaman sanata, herkes her şeyi yapıyor. Şimdi her şeyi yapabilmek önemli, o kişinin sanatsal olarak örgütlenmesine bağlı, yani kişisel olarak gelişimine bağlı. Ama sonunda belki sanat olarak onların hiçbirini yapmaman gerekiyor. Hepsini bırakman gerekiyor. Peki o noktada ne yapacaksın? Yani bir noktaya geliyorsun, hiç kimseyle konuşamaz hale geliyorsun. Kimseyle tartışamıyorsun, kendi başına hesaplaşman gerekiyor. Belki yalnızlık dedikleri şey de o. Onu anlatamıyorsun da. Öyle bir şey olacağına bırakıyorsun da, ama belki o yaptığın şey seneler sonra, kalıp ortaya çıkıveriyor ne yapmak istediğin. Bak felsefe tarihinde birçok düşünceyi sanki bugün için yazılmış gibi görüyoruz. Yüzlerce yıl önce yazılmış. Peki nasıl oluyor? Ama o dönem içerisindeki kimse anlamıyor, yaptığı şeyi, söylediği şeyi, bugün mesela olabiliyor. Mesela aynı şekilde sanatta bir şeyi gündeme getiriveriyorsun geçmişten bir şeyi. O bugün için geçerli oluyor. Dolayısıyla güncellikleri de o zaman tartışmak gerekiyor. Moda eğilimleri, güncel eğilimleri o anlamda yaygınlaşarak sanat oluyor. Bütün bunları gözden geçirmek gerekiyor sanatta.
Ata Gür: Sanatın işlevini sorguladığınız “Sanat Tanımı Topluluğu” ile sizce neyi başardınız?
Serhat Kıraz: Şimdi böyle bir şey tabii sanat araştırması yapmayı gerektiriyor, çok yönlü olarak bakmak gerekiyor sanata, çok farklı yönlerden soru sormak gerekiyor. Yani bir anlamda sanatın dayanıklılığını sınamak gerekiyor. O yüzden sanatın ne olduğunu da sorgulamak gerekiyor. O zaman onları sorgulayarak sanat ve üretim yapmaya başlıyorsun. Dolayısıyla biçimin biçimsel olarak üretiminin dışında nedensel olarak ortaya çıkması; nesnenin, biçimin ya da görüntünün çıkmasını getiriyor beraberinde. Biz aslında bu sorgulama aşamasını amaçlıyorduk. Hem de sorgulanmaya başlanmasının yaygınlaştırılmasını. Bu sorgulama aşamasının gösterilir hale gelmesi, yeni sergileme yapılarını ortaya çıkartıyor. Bu da ister istemez hem geleneksel olanı sorguladığı için, geleneksel olana karşı olarak da gözükebiliyor. Ama farklı bir şeyler sunduğun için de, farklı bir yapı olarak gözükebiliyor. Ama kendisi kendi yapılanması anlamından gerçek bir yapı ortaya çıkartıyor. Yani sergi yapmak ya da bir şey anlatmak değil. O soruları sorarak üretmek demek.
Ata Gür: Kavramsal sanat daha çok farklı yüzey ve nesnelerin kullanılıyor olması mı yoksa algılanan dünyanın özne ve zamana göre değişiyor olması mı? Kısaca nedir bu kavramsal sanat?
Serhat Kıraz: Her ikisi de var aslında, ama şöyle bir şey var; değişiyor olması derken acaba hakikaten değişiyor mu? Şimdi değişenleri gözlemlerken değişmeyenleri de görüyorsun. Çok evvelden beri felsefede sorulan sorulardan birisi o. Değişenler var diyor, ama Platon ne diyor: “Değişmeyenlerin de olması gerekiyor”. Yani “her şey değişiyorsa, senle ben de değişiyorsak, sen de sen olmayacağına göre, ben de ben olmayacağıma göre çok saçma değil mi?” diyor. Şimdi öyle bir soru ortaya atınca, değişmeyen şeyler olması gerekir. Mesela o Platonik taşları ortaya çıkartıyor, bazı yapıları ileri sürüyor. Acaba hakikaten değişmeyen şeyler var mı? Neler değişiyor neler değişmiyor ona bağlı olarak? Mesela ben bazı yapıtlarımda şakül kullanmıştım genellikle de onu kullanıyorum. “İki Değişen ve Değişmeyen Görüntüler” diye bir şey yapmıştım. Bütün fotografik görüntüler, biçimsel değişmeleri gösteriyor. Ama mesela şakülle pusula şu anda yeryüzünde değişmiyor. Ama biz şakülü kullandığımız zaman ona göre eğriler yatayları, dikeyleri, açıları hesaplayabiliyoruz; inşaat yaparken kullanmak zorundasın, çünkü değişmeyen olarak kabul ediyorsun. Yön bulmak için de pusula kullanıyorsun. Çünkü hep bir yönü gösteriyor. Ona göre açılarına karar veriyorsun. Aslında ikisi de aynı işlevi görüyor, diğerlerini de ona göre hesaplıyorsun. Şimdi bunun arasında düşündüğün zaman benim açımdan söylediğim zaman, topluluk açısından ya da kavramsal sanat açısından değil, buna kavramsal sanat diyorlar. Kavramsal sanat dedikleri, kavramlarla hareket etmek. Yapıları alıyor, tasarlıyorsun, tasarladıktan sonra yapıyorsun. Proje yapıyorsun sonuçlandırıyorsun, sonra onu gerçekleştiriyorsun, ama hiç gerçekleştiremeyebilirsin de. Hani kavramsal düzeyde de kalabilir. Kavramsal sanat dedikleri zaman şöyle bir şey de ortaya çıkıyor: Oturup ya heykel yapıyorsun ya resim yapıyorsun, ama bir şey anlatmak istiyorsan mesaj “onu en iyi şekilde en kısa şekilde ne anlatıyor?” olur. Dosya kâğıdı anlatıyorsa, şu üstündeki yazıyı o zaman oturup da onu öbürüne çevirmenin ne gereği var? Yani bir şeylerin çevrilmesinin transformasyonu ne derece gerekli? Kendi halinde kalması zaten yeterli oluyorsa... O zaman o üretim konusunu da tekrar şekillendirmek gerekiyor.
Ata Gür: Bir örnek verebilir misiniz?
Serhat Kıraz: Nesne kendisinden öğrenilir. Nesnenin üzerindeki söylemlerden öğrenmek ne kadar doğru diye bir soru sordum. Yani gerçek gerçeğin kendisidir diye bir şey çıkıyor ortaya. Şimdi gerçeğin kendisini anlatmaya çalıştığın zaman, o zaman gerçeklik dünyasında hareket ediyorsun. Sonra onun için “Görsel Yanılsamalar, Algılama ve Gerçeklik”i yapmıştım. Çok gerçekçi resimler yaptım, çok gerçekçi görüntülerle, çok farklı medyaları kullanarak, 1979’da. Kutuların içerilerine sayıları koydum. Farklı şekillerde bulunsun diyorum, aynı görüntü. Resim yapıyorum, fotoğraf olarak gösteriyorum, slayt olarak gösteriyorum, kendi üstüne asıyorum. Gerçeğin kendi üstüne fotoğrafını koyduğun zaman, gerçekle onun arasındaki gerçeklik düzlemini çözebiliyorsun. Hâlbuki onu kaldırdığın zaman sana gerçekçi olarak görüyor. Yani aslında medyada gerçekçi olarak gördüğün her şey ne kadar görüntü gerçekçi olursa olsun, öbüründen kopuk olursa gerçek olarak gözüküyor. Böylece sen bir şeyi değerlendirirken başkalarının değer yargıları üzerinden değerlendiriyorsun. Hâlbuki kendin ona ulaşıp kendin bakabildiğin zaman farklı şeylere ulaşabiliyorsun. Şimdi sanatın içinde bu yapı var. O zaman yaygın olan gerçekçi sanat. İşte dışarıdan baktığın zaman benim yaptığım gerçekçi gözüküyor, çok gerçekçi resimler var içinde. Ama o ne kadar o gerçeği yansıtıyor? Oradaki ikinci aşamadaki öneri o, gerçekle karşı karşıya getirildiği zaman. Dolayısıyla o stratejiyi hep uygulamaya başlıyorsun. Gerçekle karşı karşıya getirmek için.
Ata Gür: Resim için ele alırsak, bir resmin orijinalini görmek ile farklı ortamlardaki kopyalarını görmek arasında ne gibi farklar var?
Serhat Kıraz: Çok büyük fark var tabii. Oradaki katmanlar, boya kopyada ne kadar gerçekçi yansıyabiliyor? Kendi ortamında görmek önemli. Aslında şunun da tartışılması gerekiyor: Biz bir şeyi o dönemki uzlaşımlar ile bu dönemki uzlaşımlar arasında nasıl değerlendirebiliriz o zamanki insanlarla? Bu dönemki uzlaşımlar ile o dönemki uzlaşımlarla değerlendirmemiz mümkün değil. Nasıl bir simülasyon yapabilirsin? Çünkü o dönemki sanatın algılanması farklı bugününkinin de. Bugün uzaya gidiyor diyor haberlerde, kimse ilgilenmiyor. Ama bir Rönesans zamanında birisi gitseydi nasıl algılanacaktı? Şimdi sanat da öyle, biz onu bugünkü şartlarla değerlendiriyoruz. Belki o dönem için de değersizdi orijinali, çünkü kopyası olamıyordu ki. Kopyalamak çok yeni bir şey.
Ata Gür: Türkiye’de kavramsal sanatın öncülerinden birisi olarak görülüyorsunuz. Türkiye’de şu an kavramsal sanatın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Serhat Kıraz: Şimdi bir zamanlar kızıyordum, benim yaptığımı neden kavramsal sanat diye dillendiriyorsunuz, ben onu kavramsal sanat olsun diye yapmıyorum ki. Bir şeyleri bir moda akımlarına ya da bir yapılara bağladığın zaman aslında bir yerde ona angaje etmeye başlıyorlar. Bu ne kadar doğru? Evet, benim yaptığım kavramsal, belirli şeylerden bahsediyorum. Ama bunun kavramsal sanatla ne kadar ilgisi var ki? 80 yılında Efes’i söküp Paris’e taşınması ile ilgili bir proje verdim, Paris bienali için. Orada benim aslında yapmak istediğim şey şuydu: Eğer bir nesneyi kendi yerinden söküp başka bir yerde gösterilmesi için ya tamamının koparılıp götürülmesi gerekiyor. Ama Efes’i söküp Paris’in içine kurduğun zaman, Paris’in büyük bir kısmını yok etmen gerekiyor. Orayı atlıyorlar, yok öyle bir şey projede, anlatmıyorum. Yoksa iki tane heykeli alıp da Louvre Müzesi’ne koymakla o iş olmuyor. Ne oluyor ama o zaman da? İki tane heykeli aldığın zaman oradaki iki heykeli eksiltmiş oluyorsun. Oradaki bilgiyi yok etmeye başlıyorsun. Şimdi o ikisinin kendi yerlerinde durması gerektiğini öneriyordum. Bunu fotoğraflarla yaptım orada, ama beraberinde aynı zamanda politik bir yapı getiriyor. Aslında kültür emperyalizmine karşı çıkan bir şey oluyor. Çünkü bir yerden bir şeyi alıyor olmak demek, ona sahip oluyor olmak demek; ona ben senin değerini senden alıyorum demek. Benim önerimde de diyorum ki, tamamını al; o zaman o senin kültürünün tamamını değiştirir. Ama aynı şekilde kavramsal olarak dedikleri yapılarda yapılan bir öneri senin bütün kültür yapını değiştiriyor. O zaman bu öneri bir şeyi alıp da başka yere kurmak değil, aslında bir düşünceyi alıp bir yere kurduğun zaman… Amerikan kültürü senin bütün kültür yapını değiştiriyor. Zararlı ya da faydalı olarak demiyorum. O öneriyi kullanmaya başladığın zaman yapı değiştirmeye başlıyor. Mesela çamaşır makinesi, apartmanlar, arabalar vs. bütün kültür yapısını değiştiriyor. Şimdi bunun hem olumlu yanları var hem de olumsuz. Şimdi bu düşünce dediğin zaman kavramsal sanat olarak söyleniyor ama o yapı bütün yapıları değiştirebiliyor. Onun için bu tip tanımlar koyuyor olmak, onun gerçekten anlaşılmasını yok edebiliyor. Benim yapmak istediğimi o yapı içinde algılamaya çalıştıkları için o sene ben karşı çıkıyordum. Bana benim yaptığımı o normlar içinde anlamıyorlar gibi geliyordu. Türkiye de aslında ne yapmaya çalışıyor? Bu da çok gözlem yaparak bilgiyle bakabilmeyi beraberinde getiriyor. Ama bizdeki gibi kısa yoldan kısa tanımlarla algılayabilir bir toplum yetiştirmeye çalıştığın zaman bunların hiçbiri hiçbir zaman algılanamıyor. Hep tüketici olmak durumunda kalıyorsun. Hep başkalarına bakıp yapıyormuşsun gibi değerlendirilebiliyor. Hâlbuki öbür soruyu algılayabilseler, çıkartabilseler hepsi çok daha farklı yere gidecek. En azından nedenini bilecek. Çok çağdaş gözüküp çok geleneksel anlamda biçimci sanat yapılabiliyor. Arkada soru olmayınca, biçimleri tekrara ediyor. O zaman eleştirdiğimiz geleneksel resim yapmakla öbürü böyle bir yapıda gözüküyor olmakla hiçbir fark kalmıyor ki. Daha bile tutucu bir şey oluyor.
Ata Gür: Sizce kavramsal sanatla yeni medya sanatı arasında nasıl bir ilişki var?
Serhat Kıraz: Benim yaptıklarım kavramsal sanat olarak adlandırıldığı zaman, Güzel Sanatlar Galerisi’nde 79 yılında yaptığımız sergide, gittim aşağıdan dışarı bakan camın üzerine boş bir çerçeve koydum. O camın çerçevesinin üstüne de bir tane sabit fotoğraf makinesi yerleştirdim. Çerçevenin içinden dışarıdan gözüken caddeyi sabit makineyle 10’ar dakikalık aralıkla fotoğraflarını çektim. 10’ar dakikalık aralıklarla çektiğim fotoğrafları da yandaki duvara asarak sergiledim. Sergi de buydu. Aynı zamanda aşağıdaki sesleri kaydedip içeri odaya verdim. Altlarına da tüm zamanları yazdım, fotoğrafları çektiğim zamanları da kırmızı ile yazdım. Böylelikle tüm zamanların içerisinde fotoğrafların çekildiği zamanları belirtiyorum. Artık fotoğraflar aynı zamanda belge oldu. O boş çerçevenin altına da boş bir tane kâğıt koymak zorunda kaldım, çünkü ben oradan çerçeveden dışarı bakıyorum. Ama sadece o baktığım zamanda bakıyorum, olmayan bir zamanda. Şimdi iki biçim, resimlerin altındaki kâğıtlarla, görüntü olarak öbürü, farklılaşmaya başladı. Fotoğraflar yan yana geldiği zaman bir büyük tablo oluşturdu. Orada o strateji içinde izleyici gerçeği de görüyor, gerçekliği de. Aynı yerden baktığı halde, aynı olabilecek görüntü çok farklılaşmaya başlıyor ışık yansımaları ile birlikte. O görüntü de çıkmaya başlıyor. Buraya kadar sergi çok güzel işledi. Gerçekle gerçekliği yan yana getirdim, kurdum. Şimdi ben bugün aynı yapıyı tekrardan orada sergilesem kendi yerinde diye düşünüyorum, aşağısı o kadar çok değiştiği için, yukarıdan acaba aşağısı orası mı değil mi sorusu ortaya çıkmaya başlıyor. Peki, ben bunu resim olarak alıp da evime asmış olsaydım, o zaman da gerçekten koptuğu için kendi amacından uzaklaşmaya başlayacaktı, gerçekten bir görüntü gibi, başka bir görüntü gözükmeye başlıyor. O zaman için bu yeni medyaydı. Şimdi bunu video kamera alıyor ve bunu her yerde yapıyor. O aynı zamanda böyle bir şey gerçekleştirmek istediği için, fotoğraf çektim, kendi odamda bir karanlık oda kurdum. Fotoğraflarımı kendim bastım. Tonlarını kendin ayarlıyorsun. Zanaat olarak da kendin yapman gerekiyor. Şimdi dijital baskılarla kendin yaptırtabiliyorsun. Şimdi sanatsal yöntem olarak bakarsan ben onu farklı farklı yerlerde yine fotoğrafları koyup da, o resmi buraya asmakla, boş çerçeve ve makine koyduğum zaman yeni bir çerçeve ortaya çıkıyor. Yeni biçim ortaya çıkıyor, resimle ya da görüntüyle karşılaştırma açısından. Ama yöntem olarak aynı işlemi yapıyorum sürekli. Sürekli aynı işlemi yaparak yüzlerce yapıt üretmeye başlayabilirim. Ben onu yöntemsel olarak yaptım, sen görüyorsun ve görünce de bırakıyorsun. Bunu biçimsel olarak daha fazla büyütmenin ne anlamı var? Öyle sorduğun zaman da “Bu resim ne oldu?”. Üretimlere bu gözle baktığın zaman farklı değerlendirmeye başlıyorsun. Daha sonra birçok şey yapıldı, belki o zamana kadar da yapılıyordu. Göstermek halinde o biçim haline dönüşüyor. Talebeyken ben onu yapıyordum, hocalara söylüyordum, aslında ben yeni bir şey yapmıyorum, çok eski bir şey yapıyorum diye. “Nasıl yani” dedi hocam. “Ben modelin karşısına oturup resim yapmıyor muydum?” Şimdi ben de aynı şeyi izleyiciye yaptırıyorum. Aslında aynı şeyi yapıyorsun. Mesela geliyor birisi, bunu benzetemiyorsun diyor. E karşında model var, benzetmek için çaba harcıyorsun. Nasıl benzetirim diye bir çalışma yapıyorsun. Sen de görüyorsun aslında ama benzetemiyorsun. Bir süre sonra yaparak benzetmeye başlıyorsun. Şimdi bunun nedenlerini sorgulayacak ilişkileri gösterdiğin zaman bir yapı ortaya çıkıyor. O yapıyı ortaya sunuyorsun. Ona kavramsal sanat diyorlar, hâlbuki sanatın kendisi. Yani geleneksel şeylere bağlı olarak gelişiyor aslında.
Ata Gür: Eserlerinize başlarken onun sergileneceği yer sizi nasıl etkiliyor? Yoksa genellikle önce eserleriniz bitiyor ve sergilenecek yer daha sonra mı belirleniyor? ‘Dinlerin Tanrısı - Tanrının Dinleri’ gibi dinlerin tarihini ve işlevlerini sorguladığınız eserlerin yer aldığı serginin Aya İrini’de olması sizce izleyicinin algısında nasıl bir farklılık sağlıyor?
Serhat Kıraz: Bu soruyu iyi hazırlamışsın. Az önce fotoğrafları çektiğim sergide anlatıyordum. 1984 yılında başka bir sanat galerisinde de bir sergi yapmıştım. Orada da birçok fotoğrafı kontak baskı haline getirmiştim. Bunun nedeni ise şuydu: Fotoğrafları çekerken bir zaman dizgesi var, ama bu dijital makinelerde geçerli değil. Fotoğrafları çekerken numaraları var filmin üzerinde. Dolayısıyla sadece ardışık zamandan bahsedebiliyorsun. Bir fotoğrafı çekiyorsun, bir sonraki fotoğraf daha sonra çekilmiş oluyor. Hep bir çektiğin, bir öncekinin bir arkasına gelmiş oluyor. Ben fotoğrafların tarihini karıştırdığım zaman birbiriyle, daha sonra post-modernizm’de yapmaya çalıştıkları gibi, zamanı siliyorsun, zamansızlık haline getiriyorsun. Görsel olarak her şeyi blok halinde bakabiliyorsun. Şimdi o da kendi içerisinde böyle bir yapı oluşturuyordu. O görüntünün önüne büyütüp cam koydum, o görüntünün üzerindeki camda da kendisinin yansıması çıkıyordu. Ama insanlar buna çok dikkat etmiyorlardı tabii ki. Kendi yansımalarına ya da mekânın kendisine çok bakmıyorlardı. Onu da ancak fotoğrafını çektiğin zaman görebiliyorsun. Bunu öbür fotoğrafları çekerken fark ettim, camın üzerinden görüntü çekmek ve kendi görüntünü çekmekle gerçekleşen iki görüntünün üst üste gelmesini. Onun yanına kontak baskının kendisini koydum, bu baskıyı büyüttüm ve ondan sonra da duvara astım. Mekânın kendi fotoğraflarını çekip de yan tarafa yapıştırdım. Orada mekânın gerçeği ve gerçekliği arasındaki bağı kurmuş oluyorsun. Bir de önüne hava, su ve toprak koydum. Fotoğraflar büyüklüğünde kavanozlar hazırladım, kavanozun içerisine toprak koydum. Aynı zamanda toprağın görüntüsünü büyülttüm önüne koydum. Toprak, toprağın kendi büyütülmüşü ve fotoğraflar vardı. Yanına kavanozun içine su koydum, arkasına bütün kontaklar içerisinde bir deniz görüntüsü... En son da hava koydum yanına. O zaman hava koymuş oluyorsun, ama aslında kavanoz boş. Ama o dizge içerisinde ne var bunun içerisinde desen, herkes hava var diyor. Burada bir şartlandırılmışlık var. Bunu o fotoğraflarla o mekânın içerisinde yapıyordum. Bu Aya İrini’deki sergiye gelirsek, orada dört tane büyük küp var, bir tane de kare var. Kareyi neonla yapmıştım. Çünkü Aya İrini’nin duvarını kapatmamış oldum böylelikle. Dolayısıyla çerçevelemiş oldum, kendisi resim oldu. Çünkü resim sergisi vardı aslında o bienalde daha önce. Dolayısıyla gerçeğin üstünü kapatıyorsun. Daha önce de resimler yapıyordum üçlü dörtlü tuvaller, bir tanesini boş bırakıyordum. Görüntüyü yanına koyuyordum. Ama o bütün olarak görüntü olarak algılandığı için, boş tuvali kendi başına koyduğun zaman nesnel gerçeklikle görebiliyorsun tuvali. Ama yanına görüntü geldiği zaman nesnel gerçekliğiyle ilgilenmiyorsun, oradaki görüntü gerçekliğiyle ilgileniyorsun. Dolayısıyla o, o olmaya başlıyor. Mesela gri bir tuvalse beton oluyor. Mesela beyaz ham bir tuvali koyuyorum, yanına da sandalye koyuyorum, duvar oluyor. Onu o zaman bez olarak algılamıyorsun. Dolayısıyla resmin üstüne yani sanatın üstüne konulan imgelerin onu farklılaştırdığını görüyorsun. Bununla bağlantısı şurada: Boşluk koyuyorum ben oraya, ortasına da dört tane din kitabı koydum dört kenara, ama üzeri camla kapalı. O binanın kendisi aslında zaten onun öğretisi için yapılmış olan bir yapı. O kitabı ben oraya koyuyorum, ama o kıtabı aslında okuyamıyorsun, izleyici okuyamıyor. Ama aslında okuması gerekiyor. Okuyamadığı zaman o orada duruyor. Okunmayan kitap biçim haliyle duruyor, sanat formu halinde. Ortadaki boşluğa da, yani beşincisinde de, embriyo var tersten gözüken. Ben bütün bunları öyle bir düzenledim ki, kubbe yansıyor. Sanki o ceninin içerisinde yer alan yapılar gibi duruyor. Bunu kaç kişi fark edebiliyor? Ama onun çelik bir konstrüksiyonun yerine cam olmasının nedeni, cam hem muhafaza ediyor onu ama aynı zamanda da ulaşılamaz hale getiriyor. Aynı zamanda da okunamaz hale getiriyor. Ama aslında aynı zamanda da dini öğreten bir yerde.... Orada bir koro ilahi söylediği zaman, orada söylem o, orada söylemle anlatılıyor. Şimdi eğer bir kitaptan bahsediyorsan, kendisi okumayan bir topluma bunun söylemle söyleniyor olması… Şimdi o zaman farklı şeyler çıkmaya başlıyor, farklı dini sonuçlar çıkabilir. Bütün bunları bir araya getirmek için öyle bir çalışma yapmıştım. Daha sonra aynı sergiyi İstanbul Modern’den istediler. Şimdi bu aslında Aya İrini için önemliydi, yani yapının kendinden olan bir yerdi. Benim düşüncemi zorlayarak orada oluşturduğum bir şeydi. Ben bunu herhangi bir müzede ya da galeride sergilemek için oluşturmamıştım. Orayı düşünerek oluşturdum, oraya da gittim yerleştirdim. Mesela orada bir de kapı vardı, kapı duvarla örülmüş, oraya neon astım çerçeve olsun diye. Bunun nedeni de, kare. Kare aslında Allah’ın simgesi. dört tane eşit kenar, Allah’ın simgesini oluşturuyor. Onu neonla yaptım. Neon aslında bizim bugün kullandığımız ışık. O zaman neondu, en ilerisi. Şimdi dijitaller falan çıkmaya başladı. O gün için o geçerliydi. Tabanda da mumlar yaktım, mumlarla bir tane kare çizdim. Küpleri de onun içerisine koydum. Bunlar da geçmişin ışığı oluyor. Şimdi o kapının içine bir tane kadın ve erkeğin ayak izlerini koydum dışarı çıkmış gibi. Çıkıyor ve kapı örülüyor gibi tekrardan. Yok olmakla ilgili aslında, yani ölümle ya da miras bırakmakla ilgili. Kapının iki kenarında da iki tane mum sürekli yanıyordu. Yani embriyonun etrafında bir tane kadın ve erkek gerekiyordu. Çünkü onun oraya gelmesinde başka bir tane sebep vardı. Üç tane pencere vardı, ortadakine embriyo koyacaktım bir tane. Bir tarafına bir kadın diğer tarafında da bir erkek resmi koyacaktım, camın içerisinde, vitray gibi duracaktı. O üçlemeyi yaptırtmadılar. Aslında embriyo ve iki tane mum oradan geldi. Ama öbürleri bize geçmişten kalan miraslar olarak kalıyor, o kitaplar, söylemler… Bütün o söylemler de geçmişten bahsediyor. Şimdi bu İstanbul Modern’e geldiği zaman, çok farklı bir binaya geliyor, müze binasına. Ben dedim ki “bakın, bunlar orada dini işlevi olan bir şeylerdi, bunları buraya getirdiğiniz zaman biçimsel olarak gelecek bunlar”. “Zaten kitaplar biçimsel olarak geldikleri için, bunlar put olacak, böyle gözükebilirler” dedim. “Böyle gözükmesini kabul ederiz” dediler, ben de “o zaman sorun yok” dedim. Çoğu kitaplar zaten kendi içleri içinde bütünlüklerini taşıyorlar.... Mesela eğitimsiz toplum diyoruz, Kuran’da da diyor ki, “Oku, Allah’ın adıyla oku” diyor. Yani kitabı okuman gerekiyor. Okumadan o kitap hakkında fikir yürütüyorsan, bir biçim üzerinden fikir yürütüyorsun demektir. Kitaplı dinlerle, putların arasında ne fark var? Şimdi “dinlerin tanrısı, tanrının dinleri” dediğin zaman çoğuldan tekile, tekilden çoğula gidiyor. Tek tanrı çok din var, hepsi mükemmeli yaratır diyor. E o zaman “niye bu kadar çok din var?” diye sorduğun zaman farklı düşünceler çıkmaya başlıyor. Ama onların içerisinde hepsi de diyor ki, putlara tapmayacaksın. E peki, o zaman ben soruyorum, bir kitap varsa, put yapıp puta tapmak, biçim üzerinden konuşmak demektir. Dolayısıyla herhangi bir söylem o biçim üzerinden gelişir. Kim ne diyorsa, onun dediği oluyor biçim üzerinde gelenekselliğe bağlı olarak bu sürdürülüyor. Kitap varsa, o kitap okunmuyorsa, yine birisi söylüyor. O zaman birisinin söylediği şey üzerinden putlaştırma yapıyorsun. Dolayısıyla biçimcilik haline dönüşüyor. Bunu düşünürken tekrar, sanattaki biçimciliğe geliyoruz. Yani sanattaki putlaştırmayla buradaki aynı yapı.
Ata Gür: İnternet’te kendinizi özel olarak tanıtmamanızın belirli bir sebebi var mı?
Serhat Kıraz: Hayır, hiçbir sebebi yok. Biraz beceriksizlik, biraz da tembellik var. Biraz da nasıl toplanacağını bilememek, kararsızlık var. Benim yaptığım şeyler genel olarak yapılıp dağılan şeyler. Varlıklarını sürdürüyor, farklı şeylere dönüşüyor ama zaten kendi gerçekliğinde iddiası da o. O geçicilik içerisinde varlığını sürdürüyor.